16 Nisan 2014 Çarşamba

Istanbul a la fois...

Ça fait bien bizarre de voir ce film préparé par les Français en 1964. Le film est sur Istanbul... 

1964'ün Istanbul'u, insan bir tuhaf oluyor görünce. Sanayinin ilk bacalarına "Atatürk'ün minareleri"(!) diyorlarmış. 425 cami varmış o zaman bile ki şimdiki gibi insan yok, ev yok araba yokken... (nüfus 2 milyon 177bin kadar, yani şu anın 10da biri nerdeyse)




24 Mart 2014 Pazartesi

Neeeiiiyyy hamile miyim???

Neiiiyyy hamile miyim?

Allam allaam zira karnımda bi tuhaf bi his vardı! Demek bağırsaklarım değilmiş. Hiii. Ay napıcam ben şimdi. Düne kadar şarap da içtim hopladım zıpladım da ya la! Acaba bi şey olmuş mudur? Olmamıştır heralde, yok yok olmamıştır. İlk 3 ay olmaz mıydı, öyle bi şey diyolardı. Yoksa ilk 3 ay mıydı riskli olan? Kaç ayda ne kadar oluyordu bu bebekler? Adaçayı da içmeyecektik di mi? Hım evet onu da içtim aferin bana! E ilaç, krem bilmem ne kullanmamak mı lazımdı şimdiden? Amaan neyse onları doktoruma sorarım.


Aiy allahım peki nası doğacak bu çocuk? Nerde, nasıl? Çok acıyacak mı ki? Kime sorsam? Gerçi sezaryen de olabilirim. Ama sanki o acımıyo, kaç kat kesiyolar. Ceylan sezaryenden sonra tek başına yataktan kalkamıyordu! O kadar kesikle bebeğimi nasıl kucaklayacağım, bildiğin ameliyat yahu! Gerçi gerekirse öyle olacak napalım. Yok yok her şeyin doğalı iyi. E doğal olması iyi güzel de bu bebek ordan nası çıkacak!?!?!? Sancılar kaç saat sürecek, nasıl baş edebilirim? Bazısının çok acısız geçiyormuş, nasıl oluyor da oluyor ki acısız?  Hangi hastanede doğursam? Hastanede insan gibi insanlar var mıdır? Sahi ne zaman gidiliyo hastaneye, yani suyum gelecek de mi gideceğim? E çocuk nolucak susuz? Ne kadar kalınır hastanede, neler bekliyo beni hastanede? Epidural mi yaptırsam, bi de spinal varmış o ne oluyo ki, farkı ne yani? Suni sancı falan anlatmıştı biri ne demek ki bu, niye sancı verilsin zaten doğuran kadına? Bi de hormonlar varmış doğumda devreye giren, ne zaman giriyomuş acaba ya? Hayır giriyomuş da noluyomuş ki? Ay ben onu bunu geçtim de ya yırtılırsa?? Ya da kesiyolar mı ki, yani herkese mi yapılıyo ki bu? Ay anladınız işte siz onu yaaa ühühüh ne zor bu kadınların işi ya ne çektik beeeee!!!

Ve daha binlerce soru!!! Hepsinde kafada bi ton ses, bi dolu kargaşa…

Şaşırtmaca yaptım a dostlar! Hamile değilim. Neyse ki hamile olsaydım da şu an bu soruları sormuyor olacaktım. Sizlerden de hamile olanlar veya hamile tanıdıklarınızın soruları için ve unutulmaz bir doğum yapabilmeleri için açtığım eğitime beklerim J:

Doğuma hazırlık eğitiminin temel amacı; doğum korkularınızın giderilmesi ve bedeninizin doğum yapabilmesi için özgür kalması esasen. Çünkü doğum yapınca asacağımız kapı süsünü biliyor ama doğumun mükemmel geçmesi için bedenlerimizi nasıl gevşetebileceğimizi, nasıl özgür bırakabileceğimizi pek bilmiyoruz.  J Doğum sırasında nasıl nefes almalı, dalgaları nasıl takip etmeli? Nasıl bir desteğe ihtiyaç duyacaksınız? Doğum ne menem bi şey? Nasıl başlayacak, bebeğiniz doğduktan sonra hastanede bebeğinize ne yapacaklar? Doğumda anne ve bebek ten teması ya da başka deyişle anne ve bebek bağlanması hakkında ne biliyorsunuz?

Tüm bebek bekleyen anne ve babaları bekliyorum! Şu alttaki duyuruya tıklayın hadi:



2 Nisan 2013 Salı

Bahar duası


Allaam lütfen güneş hep bizi ısıtsın, yer altı suları kirlenmesin, ozon delinmesin, ağaç kesenlerin burnuna kıymık kaçsın, nükleer santralleri destekleyenler kendi nükleer sümüğünde boğulsun, ayçiçekleri hep açsın hep açsın hep açsın....
mmmm... bahar tomurcukları, pıtır patlayan dallar, çiçekler üzerimize olsun, kör gözler açılsın.
dinimiz amin. 

Bu da mı tesadüf?


Tesadüf diye bir şey olmadığına ve her şeyin karmik yer değişimleri, çarpışmaları olduğuna inanmaya başladığımı yazmıştım. İyi ki de yazmışım, her gün başka bir şey beni gülümsetiyor... :)

Bu sabah radyoda bilincin aslında “bizsiz” olan, olmakta olan bir şey olduğunu deneylerle yazan Stanislav Grof söyleşisi dinliyordum.

Kısaca bahsedecek olursam: Stanislav Grof en derin yaralarımızı sarmaya yarayan Holotropik Nefes metodunu geliştiren kişi. Geliştirmesini tetikleyen olaysa bombastik bir olay: LSD’nin yasaklanması!!! J LSD henüz ne idüğü belirsiz ve legal iken farklı zihin halleri yakalayarak keşiflerde ve deneylerde bulunan Dr. Grof yasaklandığında aynı zihin hallerini yakalamanın “nefes” ile mümkün olduğunu bulmuş. Bilincin olağan dışı, alıştığımız, bildiğimizin dışındaki hallerini araştıran bu çalışmaların ortaya çıkardıkları da bir hayli ilginç…  Bu araştırmalar LSD verdiği hastaların kendi doğum anlarını ve hatta anne kesesinde gecen zamanlarını hatırlayabildiğini göstermektedir.

Konu ile ilgili 2 ayrı program için:   buraya  ve şuraya) Stanislav Grof için buraya ve bahsettiğim söyleşi “Kenardaki İçgörüler” (insights at the edge) için ise ha puraya, bir başka röportajı için de : te şuraya tıklayabilirsiniz! :)
    

Velhasıl kelam (yine özet geçeyim derken detaya indimJ) beyin aslında bir filtreleme, gözleme aracı, bilincin kendisini yaratan bir organ olmadığını anlatıyordu programda… Yani teleskop gökyüzünü yaratan bir araç değildir, zaten orada olanları yakından görebilmemizi sağlar, keza mikroskop da öyledir… Oradaki mikro yaşam “mikroskop var” diye yoktur. (ne acayip cümle oldu :B) Oradaki mikro kozmos mikroskop olmasa da vardır. Yani biz görsek de görmesek de, 5000 yıl önce reddedilse, kabul edilmese de vardı. Mikroskop oradakini keşfetmemizi, anlamamızı sağlar. İşte beyin de bir nevi teleskop-mikroskop işlevi görür… Ki pek çok beyin ölümü gerçekleşip dönen vaka da incelenmiş… Adını tam anlamadım ama “tanoloji" diye ölüme yakın deneyimleri araştıran bir bilim dalı bile varmış a dostlar!

İşte ben radyoda teleskoptu, mikroskoptu vay be falan derken vapur yolculugumda okuduğum kitabımı açtım ve karşıma çıkan sayfa mikroskop – teleskop, bu araçların bize açtığı pencere vs.den bahsediyordu… Bu da mı tesadüf? Ateistler lütfen bunu da açıklasın! 

Dün zekiydim, dünyayı değiştirmek istiyordum


Dün zekiydim, dünyayı değiştirmek istiyordum
Bugün akıllıyım kendimi değiştiriyorum.

Mevlana

Sanırım bu sözler bi zamandır yaşadığım ve “anlatması zor” dediğim değişime “cuk” diye oturuyor!

Bu değişimin ne zaman başladığına dair bir hatıram yok. Sadece bir süredir etrafımda ve kendimde olan biten farklı baktığımı, farklı gördüğümü ve dolayısıyla farklı davrandığımı ve bu sebeple farklı bir yaşantıya geçtiğimi söyleyebilirim.

Bu farklılıklardan en önemlisi de kendimi bildim bileli “etrafımı değiştireceğim” diye kendimi yırtmaktan vazgeçmem oldu. Bu yırtınmalarım sebebiyle yaptıklarımın aslında bir nevi diktatörlük olduğuna nasıl kör kalabildiğime şu an şaşıyorum! Enikonu "benim bildiğim en doğru, kendi iyiliğin için bunu yapmalısın" diye dikte ediyormuşum. Bu düpedüz bencillik ve hatta narsistlik. Tamam, sigara kötü bir şey olabilir ama kişi istemezse ona zorla bıraktırtmak diye bir şey mümkün değil… Kendim için de aynı şey geçerli. Çünkü kendime de dikte ediyordum. Dikte etmeyi bıraktığımda kendiliğimden içmemeye başladım. Yani sigarayı “bırakmadım”, “içmemeye başladım”! J Bu ne zaman oldu farkında bile değilim ve bu durumdan çok mutluyum. Abartılıymış gibi düşünebilirsiniz fakat sigara içmenin verdiği hazzı bile unuttum, kokusu ve dumanı şu an tuzruhuna maruz kalmışım kadar saçma ve kimyasal geliyor…

Nasıl oldu derseniz, aslında tek başına güm diye olmadı. Bazı şeylerin katalizör etkisini yadsıyamam. Nil Gün ile tanıştım bi kere. Yıllarca reddettiğim, hor gördüğüm, otomatize-robotik-ergen edebiyatı bulduğum bir kişisel gelişim kitabına kalbimi açtım. Ön yargımı yıkarak ve sindire sindire “İçimizdeki Şaman” kitabını okudum. Sonrası zaten kazak söküğü gibi geldi. Kazak söküğü diyorum çünkü kazak sökülüp gidiyor ve ben kendime dair birçok şeyi ilk kez görüyorum… (burası çok derin, şimdilik girmeyeyim) bu kitapla beraber bir takım “özsaygı afirmasyonları” yapmaya başladım. Uzaktan çok gereksiz görünen, periyodik olarak tekrarlanan olumlamalardı bunlar…  (burada da beyinin işleyişiyle ilgili bilgi vermem lazım, sonra!) Bu afirmasyonları yaptığım sürede hayatımda her şey ağır ve emin ve aşırı haz verici şekilde değişmeye başladı. Beslenme şeklim, uykum, duygu yoğunluğum, sigara kullanımım, kendime ayırdığım zaman, kendimi keşfetmeye yaptığım yatırım… Bunlar değiştikçe her güne daha mutlu uyanmaya başladım. Zaman zaman manik depresif olabileceğimden şüphe duydurtan duygu iniş çıkışlarını yaşamamaya başladım!!!

Artık çevremdeki insanları da değiştirmeye çalışmıyorum. Hep eleştiren ben gitti artık dinliyorum. Başkasında görüp de “ıyyy” dediğim herhangi bir tavrın aslında “gölgem” olduğunu, içten içe sevmediğim bir karanlık tarafım olduğunu fark ettim. Yani artık içimdeki karanlıklarla tanışmanın zamanı gelmiş demek ki… Bunda sanırım sevgili Melda'(Melda Keskin – Açık Radyo “Bir” programı yapımcısı ve sunucusu)nın da katkısı var. Benimle ilk tanıştığında ben birileri hakkında şikayet ederken bana Debbie Ford’un “Işığı Arayanların Karanlık Yanı” kitabını önermişti. Kitabın adı bile zaten nasihat gibi! J

Bu ve benzeri eleştiriler yapmak ve değiştirmeye çalışmak sebebiyle ilkokuldan bu yana aforoz edile edile akıllanmayan “bilgiç” ben, artık ürkütücü durumlarda bile sadece “gözlemci” kalabiliyor! Bu cidden şok edici. Artık akıntıya karşı kürek çekmiyorum. Hayat aslında ne kadar tatlı imiş… Akıntıya kendini bırakmak… Mini minnacık olduğunu kabul etmek… Ki eminim yarın bile bu yazdıklarım hakkında fikrim değişmiş olabilir…

Yani artık zeki değilim dostlar. Akıllanıyorum, çok mutluyum yahu! 


21 Mart 2013 Perşembe

Tesadüf diye bir şey var mı?

Artık tesadüf diye bir şey olmadığına ve herşeyin karmik yer değişimleri, çarpışmaları olduğuna inanmaya başladım. :)

Bi kere neyi çok istesem oluyo. Bu yıllardır böyle. Başıma gelen "talihsizlik" dediğim şeylerin bile aslında benim korkularım ve endişelerim sebebiyle bilinçsizce odaklandığım konular sebebiyle olduğunu anlıyorum. Çünkü dünyayı  "olduğu gibi" değil "olduğumuz gibi" görüyoruz...

Benzer bir işaret geçtiğimiz günlerde geldi. Tam Kadıköy vapurundan inicem, önümdekilerden birinin elinde bir "Charles Eisenstein" kitabı gördüm. Çok tanıdık geldi, bir o kadar da bilmiyorum. Kimdi bu ya derken "amaaeen neyse" dedim. Elimdeki müzik çaları kurcalamaya başladım. radyo dinlesem mi dinlemesem mi ne dinlesem napsam derken radyoyu açtım. Ve radyodaki tatlı ses "eveet, elimde bir Charles Eisenstein kitabı var" dedi!!! 

Eh bi kitabını edinmek farz oldu... :)

bi bakiyim sözlükte kim ne demiş dedim, bi de ne göreyim!!!! kimse bi şi dememiş! :) 

işte bir röportajı: http://surdurulebiliryasam.wordpress.com/tag/charles-eisenstein/

Türkçe'ye çevrilen "Kutsal Ekonomi : Geçiş Çağında Para Armağan ve Toplum" isimli bir kitabı varmış...

11 Mart 2013 Pazartesi

Değişiyorum, hafifliyorum

Ehemm.
Yazmayalı tam 3 sene olmuş nerdeyse. Bir şeyi ertelemek için bahane bol. Ve bişeyi gerçekten yapmak istiyorsak o bir şekilde oluyor zaten.

Ben de geçtiğimiz yılın ortalarından itibaren yaşadığım dönüşüm, değişimle beraber artık içimden fışkıranları paylaşmaya devam etme kararı aldım... Pin kodu olayını (http://www.pinkodtr.com/?page_id=11)  henüz okumadım ama herkes belirli periyotlarla bir döneme giriyormuş ya. Ben başka bir döneme girdiğimi ayan beyan hissediyorum.

Yıllardır "ay ben de chigongu araştırıyorum, ilgileniyorum ama uygulamaya devam etmedim" diyorum mesela. Tam 12 yıl önce Fransa'da öğrenmeye başladım. Elimde küçük bir el kitabı ile labirentteki fare gibi 12 yıl dolandım. Ve en nihayet bu sene Cem Şen eğitimlerine başladım!!! Demek ki buna ancak hazırmışım ki o beni, ben onu(yani eğitimi) bulduk, buluştuk... :)


İlk aşama olan Yi Jin Jing notlarımı yakında paylaşacağım. Eğitimin ilki olan o hafta sonunda yin ve yang'ı nasıl yaşadığımı da. Çok çok ilginçti. Ve aynı zamanda gayet olağan. ;)